2011 Türkiyeliler’in işçi olarak Almanya’ya gidişlerinin ellinci yıldönümü. Dolayısıyla konuyla ilgili birçok proje yapılıyor. İşte ben de onlardan biri olan bir dizide yer almak üzere geçtiğimiz Cuma günü apar topar Berlin’e gittim.
Oynadığım karakteri inceledikçe çekilen acıları, yaşanan yalnızlıkları ve zorlukları daha da iyi anladım. Ama en çok dikkatimi çeken konu, bazılarının ahlaksızlık, kendini kaybetme ve ya para kazanmanın şımarıklığı olarak adlandırdığı, özgürlük ve onu elde etmek için ödenen bedel oldu.
Peki ya nedir şu sürekli sözünü ettiğimiz, uğruna birçok şeyi feda etmeye hazır olduğumuz ‘Özgürlük’? Düşündükçe her ülkede her birey için başka bir anlam ifade ettiğini anladım. Bazı ülkelerde başörtüsüyle kısıtlanabilen ‘özgürlük’, başka ülkelerde eşcinsellerin evlenebilmeleriyle genişleyebiliyor.
Ya biz bu geniş yelpazenin neresindeyiz? Tehlikeli ve cevabı zor bir soru. Bir yandan ahlaki ve geleneksel değerler, öte yandan duygular, istekler ve giderek daha çok bilinçlenmeyle insan olarak sahip olduğumuz hakların farkındalığı... En önemlisi ise içinde yaşadığımız toplumun gerektirdiği davranış biçimleri.
Ne yazık ki bu kavramlar arasında gidip gelirken, gözlemlediğim kadarıyla, genelde çifte bir hayat yaşamak zorunda kalıyoruz. Sürekli bir otokontrol vaziyetindeyiz. Politik düşüncelerimizi ya saklıyor ya da yerine göre değiştiriyoruz, aşklarımızı gizli yaşıyor ya da istem dışı öldürmeye çalışıyoruz, hatta seçtiğimiz meslek bile başkalarının bizim için yaptığı seçim olabiliyor. Bu şekilde yaşamayı rededenler ise ağır bedeller ödemek zorunda kalıyorlar.
Genelde bizi böyle yaşamaya toplumun zorladığını söylüyor ya da düşünüyoruz. Peki bu toplumu oluşturan bizler değil miyiz? Neden değişmesi için çaba göstermiyor, değiştirmeye çalışanları da susturuyoruz?
Hep merak etmişimdir; olduğu gibi, özgürce yaşamak isteyen bir bireyin bizim toplumumuzdaki yaşam alanı kaç metrekaredir acaba?